yazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2015 Cuma

leş gibi gübre


bataklıktan göklere süzülen bir tarla kuşu gibi
kasıklarıyla düşünen ve göbekten aşağısıyla
yaşayan bu azgın hergele sürüsünden uzaklaşmaya bak
yoksa gübresin, leş gibi gübre...

cemil meriç - jurnal



23 Mayıs 2014 Cuma

birbirimize tutundukça



birbirimize tutundukça
bıçakların ağzı kapanacak

nuri pakdil

23 Haziran 2013 Pazar

hakikat ve sevgi







bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın. daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, türk insanını türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim, kelimeden, sevgiden bir köprü. sanat düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrinde olmalı. hakikat mukaddeslerin mukaddesi.. 

hakikat ve sevgi....


24 Nisan 2013 Çarşamba

gerçekler geçerliliğini korur



onlar sürü yavrum. zincirlerinden başka kaybedecek neleri var? karanlıktan geldiler, karanlığa gidiyorlar. ummandaki dalgalar gibi sayısız. tarihi yok bu sürünün. macerası yok. yıldızlara tırmanan merdivenden habersiz. yürüyen, esneyen, tepinen ve öğrendiği şeyleri tekrarlayan uzviyet. kafanın vecdinden habersiz. bu sarhoş karnaval alayını yıldızlar, yüzbinlerce yıldız, kayıtsız bakışlarıyla seyrediyor

cemil meriç


25 Ocak 2013 Cuma

kapılar


hayatınızın bütününe baktığınızda emel müftüoğlu’nun şarkısında hissettiklerini yaşadığınızı anımsıyorsanız;

yeter allah’ım yeter!!
hep bana dertler, dertli yüzler..
yaşandı yaşananlar,
bitsin geçmişte kalanlar allah’ım artık yeter!!!!!

kendinizi ben iyi bir insanım, büyüklük ben de kalsın diyerek, yapılanları hep affetmeliyim diye zorluyor, bu zorlama üzerinizde benliksizleştirme yaratıyorsa ve dahası diğerlerinin size nasıl olsa affedeceğini biliyorum şeklinde yaklaştıklarını üstüne üstük bir de bunların hatalarında ısrar ederek yaşamına devam ettiğini görüyorsanız eğer HOŞGELDİNİZ.

ben de sizi arıyordum J

yazımızda yüce değer mevlana’ya biraz da farklı açıdan bakacağız izninizle…

şimdi sorular soralım…

herkes sizi olduğunuz kabul eder mi? 

hmmm kabul etse de bu devam eder mi?

bu konuyu kapılarla anlatmak istiyorum.
mekanlarda kapılar dikkatinizi çeker mi? benim dikkatimi çeker, dahası beni etkiler de…

mesela…… mevlevi müzesinde 4 kapı vardır vardır da onların bir manası da vardır…

peki “ne olursan ol gel” daveti ile girme şansını yakaladığınız  kapılardan [*] çıkış var mıdır?

evet vardır …. hem de iki türlü…

1. öldüğünüzde: ömrünü dergahtaki düzen doğrultusunda sürdürenlerin vefat ettiklerinde çıktıkları kapı – hamuşan kapısı- susmuşlar kapısı

2. yakaladığınız fırsatın farkına varmayıp küstahlıkta ısrar ettiğinizde: hatalar zincirine devam eden ve bu nedenle dergâhtan uzaklaştırma cezası alan dervişlerin, akşam ezanından sonra çıkartıldığı kapı: küstahan kapısı

şimdi düşünelim,

herkes sizi olduğunuz gibi kabul eder mi?

belki eder

kabul etse, bu devam eder mi?

galiba etmez… “küstahan kapısı”

mevlana’nın dahi çık git dediği bir kapı var.  ancak kusurları örtmeyi öğütlediği için olsa gerek bu iş  karanlıkta yapılıyor…

sabrınıza sağlık…

bu arada

mesnevi’yi okumak istesek, bir ön koşul var mıdır?

evet vardır… hemen hatırlayalım…

ön koşul: mesnevi’nin önsözünden: 'temiz insanlardan, gerçeği sevenlerden başkalarının mesnevi'ye dokunmalarına müsaade yoktur.’

[*] bu kadar okuduğunuza göre canlar; isterseniz mevlevi müzesindeki 4 kapı ve manalarını aşağıdaki sitede görebilirsiniz….


selda atlı

 

22 Ocak 2013 Salı

kar yağarken


garip bir tedirginlikle uyandım ve cama yöneldim. gelmişti sonunda. çoktan bahçemizin zeminini kaplamıştı. kışın ilk karı yağmıştı ve sen çoktan gitmiştin. benden başka kimse bilmez, sen en çok kar yağarken güzeldin. bir an önce çıkmam lazımdı evden, ama oyalanmak için de her şeyi yapıyordum. hatırlıyor musun  sözleşmiştik seninle, nerede olursak olalım kimin olduğu yere ilk kar düşerse, diğeri işini gücünü bırakıp oraya gelecekti.  televizyonu açtım çıkmadan. oraya da kar yağmış. şimdi oradasın ya nasıl da güzelsindir. allahın belası şehir ve sen. atlayıp trene gelebilsem. imkansız biliyorum. çoktan sokağa atmışsındır kendini. nefret ettiğin çamur grisine dönüşmesin diye karın rengi basıp ezmeye de kıyamazsın. oysa benden başka herkese ve her şeye merhametli olan sen istesen bile taze kar öbeklerini incitemezsin. eprimiş açık mavi berenle, güve yeniği taklidi kaşkolunla ve melek hafifliğinde yürüyüşünle nasılda güzel süzülürsün uçsuz beyazlığın üzerinde.

benimse işim zor. sensiz yağan ilk karla hesaplaşmam lazım. sıkı sıkı giydirilmiş ve sadece burunlarının ucu görünen bebeklerin berelerini aralayıp baktığımda, seninle beraber gördüğümüz boncuk boncuk gözleri görebilecek miyim yine? peki bütün dünyadan saklandığımız odunpazarındaki parka nasıl içim titremeden gidebileceğim ?  ellerimi yakan boza nasıl boğazımdan geçecek? konaktan bozma lokantaya kahve içmeye gidersem yine ve ilkokul öğretmenine benzettiğin tonton teyze bana seni sorarsa ne cevap vereceğim? hem ben eldiven takmam bilirsin ve ellerim hep üşür. hiç çıkarmayacakmıyım ceplerimden? burnumun direği şimdiden sızlamaya başladı. kaç şişe kanyak içsem sıfırdam başlarım ?

ali lidar

13 Aralık 2012 Perşembe

akışı olmayan sular

şişe içinde ırmağa atılmış mektup gibiyim. hem ırmağın içindeyim, hem ona katkım yok. hem diyeceğim bir şeyler var şişenin içinde kapanmış, hem ırmağın bunlardan haberi yok ve olmayacak. hem ırmak beni bir yerden bir yere götürüyor, hem gittiğimiz yönü ben saptamıyorum. hem ırmak bana dokunmuyor, hem ben ırmağa dokunamıyorum. birbirimize değmiyoruz...

pınar kür - akışı olmayan sular (1983)

22 Kasım 2012 Perşembe

don kişot


don kişot olun
tek hürmet ettiğim adamdır
kaybedilmiş bir davanın bu kadar fedakar bir kahramanı olabilir
öyle görmek ve inandırmak ihtiyacında
dünya sancho panza’larla dolu.

cemil meriç

16 Kasım 2012 Cuma

kutsal bir yanlızlık


uzunca bir zaman, karşılaştığım ve karşılaşabileceğim her soru için bir cevabım olmasını önemsedim.
şimdi kendime ait soruların varlığıyla yetinmeyi öğreniyorum.
anlıyorum ki bu dünya, cevap verebileceğim türde açık ve anlaşılır sorular barındırmıyor.
vazgeçtim cevaplardan.
ellerimi cebime koyup, yerdeki çizgilere basmamaya gayret ederek yürüyorum.
cevaplar için sürekli başkalarının yardımına ihtiyaç duyuyordum,
oysa kafamda o kadar çok soru var ki artık etrafımda kimsecikler olmasa da olur.
kutsal bir yalnızlığa yürüyorum şimdi…

tarık tufan



28 Eylül 2012 Cuma

neşet usta'nın anısına



zannediyorum 7-8 yaşlarındaydım. o günlerde (en azından kayseri’de) hafta sonu radyo programlarında, dinleyicilerin istek şarkılarını çalmak gibi bir akım vardı. günlerden bir gün ailece, o programlardan birini dinliyor ve “ne isteyelim” diyorduk bir pazar günü...

kardeşim daha agu-bugu yaşlarında olduğu için ablam ve ben o günlerde popüler olan şarkıları zikrederken, babam öne atılıp, "neşet ertaş'tan isteyelim" dediğinde duymuştum ilk kez usta'nın adını. şimdilerde hangisi olduğunu unuttuğum türküsünü radyoda duyduğumda tanışmış olduk. google’da, hayal meyal hatırladığım birkaç kelime üzerinden çok araştırdım ama bulamadım hangi türkü olduğunu, babama sorsam hatırlar mı acaba, merak ettim şimdi. 

sonraki yıllarda babam ailemize araba aldığında torpido gözü neşet usta'nın korsan kasetleriyle (ne yazık ki öyleydi) dolmuştu. babamın yanı sıra annem de severdi usta’nın türkülerini, ondan olsa gerek. 

ben küçükken biz hemen her hafta sonu ailece pikniğe giderdik ve arabamızda her daim neşet usta, misafirimiz olurdu. gerçi ara sıra bazı ankaralı abidik gubidik adamı da dinlemişliğimiz vardı ama onların bu yazıda yeri yok. 

işte dostlar, öyle öyle dinlerken vuruldum bu büyük insanın sanatına... 

hatta babamın bir anısı vardır o kasetlerden biriyle; 

anlattığına göre, babam bir gün alkollü bir şekilde direksiyona geçip, eve dönerken atmış neşet usta’nın karışık kasedini teybe, usul usul kanto yaparak (arabayla kanto yapmak deyiminin sahibi babamdır. kastettiği şey ise yolun sağında, 2. viteste, nerdeyse bisiklet hızıyla yol almaktır.) ilerlerken mavi-kırmızı ışıkları görünce yüreğine korku düşer. nasıl düşmesin ki, ehliyeti kaptırırsa, mesleği şoför olan babam için çok fena olur. (babama “madem öyle bir durum var, neden alkollü araba kullanırsın” diyesim geldi.) neyse, tabi ki polis babamı paket yapar. aslında durdurmasına gerek bile yok çünkü babam kanto yaparken o kadar yavaş giderdi ki, polis arabanın yanında yürüyerek bile ceza yazabilirdi. neyse polis ceza yazmaya niyetlenirken, arabadan neşet usta’nın türküsünü duyar ve babamdan kasedi ister, babam ise tabi ki verir. polis ceza yazmadan, ikaz edip babama yol verir. tamam bu anı da alkollü araç kullanmak, polisin ceza yazmadan babamı göndermesi vs. gibi birçok yanlış örnek var konumuz o değil, siz neşet usta’nın orta anadolu denilen ve benimde ait olduğum yer olan o topraklarda nasıl bir saygınlığının olduğuna odaklanın…

neşet usta benim çocukluğumda ki sıcacık aile ortamımdır, lise ve üniversite yıllarımda kültürel zenginliğimize sahip çıkma arzumdur, henüz tanışmadığımız günlerde eşime "uğrun uğrun kaş altından baktığımdaki" duygularımdır. o da benim gibi bozkır çocuğudur. bu nedenle, leyla’sına türkü yazdıran duygularımız kesişir çoğu zaman…


değil türkülerini dinlemek, (memleket hasretimi giderdiği için) orta anadolu şivesiyle konuşmasını dinlemek bile keyifti benim için. ne şanslıyım ki, usta'yı yakından görme ve canlı canlı dinleme fırsatına eriştim. keşke diyorum, keşke o gün bir çılgınlık yapıp, sahneye koşsaydım ve elini öpseydim... 

evet, ne yazık ki neşet usta geçtiğimiz günlerde, "yalandan yüzüne gülen dünyadan, ömrünü boş yere çalan dünyadan" göçtü gitti. 

yaşantısında şad olamadı ama umarım gittiği yerde ruhu şad olur...

not: belki neşet usta’nın hatırına, belki benim hatırıma hiç farketmez, blogunda beni misafir eden büyüğüme sonsuz teşekkürler…

misafir yazar @ozturkdursun on twitter 


3 Mayıs 2012 Perşembe

ikindinin elleri


ikindinin elleri

en dingin ve huzurlu zaman dilimidir ikindi. meltem, baharın kokusuyla dolaşır kül rengi sokaklarında şehrin. yokuşlara su serpilir hanımeli ferahlığıyla. notalar kavakların yapraklarında dağılır ve ıhlamur ağaçlarında yeniden toplanır. kanadına takılan umudu süzülerek dağıtırken bir martı, bir balıkçı teknesi nasibiyle yol alır mavinin kucağında. güneş, sarı gölgesini denize düşürürken kızılından da esirgemez göğü. daha bir hissedilir güneşin cömertliği o vakit. kimine hüznünden dağıtır, kimine sevincinden çaya şeker olur, kahveye köpük.

beyaz danteller örülür cam kenarında gecenin siyahını karşılamak için. sazlıklar tefekküre bürünür, kumsallar tespihini çeker umudun. rüzgârına peygamber nefesi karışır, gölgesine bir servinin sükûneti. postunu yere atar karınca, sırtını gün batımına dayar.

günün dengesidir ikindi, akşamın seheri! yalnızlığa selam vaktidir el ayak çekilmeden önce. bir çocuğun kâğıdına düşürdüğü resimdir. salıncağıyla göğe tırmanırken yanı başında bekleyen annesi ve başak tarlalarından geçerken yol boyunca hayallerini doldurduğu heybesidir

ve ikindinin elleri değer her yolcunun sırtına.

yumar gözlerini gündüzün. bir yeminin anahtarını bulmak üzere terki diyar eder gün. akşama serenat eder ikindi. bitişleri, sönüşleri, hiçliği ve tekliği anlatmak üzere geceye doğru yol alır.


[sevda çekim]

2 Mayıs 2012 Çarşamba

kuş ve göl


masalların ninnilerle yer değiştirdiği bir düş vakti, küçük kuş beyaz bir tüy takmış kanadına. uyumak yerine büsbütün açılmış gözleri. o masallardan biri, küçük kuşun kaçan uykusunu getirmek için daldan dala atlamış, dereler tepeler geçmiş.... kâh büyücü olmuş, kâh kartalın dev kanadı. en nihayetinde bir göl kenarında yakalamış uykuyu ve getirip küçük kuşun gözlerine bırakmış.

ve uyku sarıp sarmalamış küçük kuşu, gözlerinden kanatlarına sızmış. kaçarken yeniden göl kenarına, kuşu da beraberinde götürmüş. kuş, gözlerini açmış kanatlarını çırpmış, buz mavisi bir rüyada bulmuş kendini. üşümüş birden. etrafta kimsecikler yokmuş. uzunca bakmış kıpırtısız bekleyen göle .”uykuda mı yoksa?” “ya da küskün mü? “diye söylenmiş. 

sonra hızla havalanmış küçük kuş, dönüp durmuş gölün etrafında. konuşmak için birilerini aramış ve ısınmak için bir sıcaklık. çaresizce gelip konmuş yeniden gölün başucuna. 

“hey! neyin var senin? üşüyorum yanında?” ”…” ses yok. ayın gölgesi düşmüş göle, yıldızlar yanıp sönmüş, küçük kuş gagasıyla dokunmuş, yine ses yok. bir masal perisi sarıya biraz kızıl katmış, getirip bırakmış kuşun kanadına. kuş, kanatlarıyla dokunmuş bu kez.” konuş benimle ne olur, çok yalnızım üstelik senin için buradayım.” 

göl durgunluğunu korurken derin bir keder yer etmiş küçük kuşun gönlünde. biraz maviden biraz da yeşilden getirmiş bu kez de masal perisi. renklenen kanatlarına gömmüş başını küçük kuş. günler ve gecelerce beklemiş. ve bir hüzün vakti, umudunu kaybetmek üzereyken gitmeye karar vermiş. kanat çırpıp havalandığı sırada beyaz bir tüy düşmüş ortasına gölün. işte o vakit ses vermiş durgun göl: 

“gitme!”

[sevda çekim]